Ah zavallı Byzantion! Koca Konstantinopol! Der-i Saadet! Yar-ı Güzin İstanbul! Ne olmuş sana böyle?
Şehir, şafağın sökmesiyle çalışması için düğmesine basılan büyük bir makine gibi homurdanmaya başladı. Veysi geceden kalma bir halde ve bütün gece labirentlerinde yürümüş olmanın verdiği yorgunlukla şehrin hareketlenmelerini gözlemeye devam etti. Yavaş yavaş evine doğru yürüdüğü sokakta envai ebatta binaların kapılarından birer birer çıkan insanlarda bir mahmurluk ve telaş vardı. Akşam evine doğru giderken son durağa gelmeden eve gitmekten vazgeçmiş kendini bilinçsiz ve amaçsız şehrin sokaklarına atmıştı. Gecesine şahitlik ettiği bu şehre artık farklı bir gözle bakıyordu. Kimlerle karşılaşmamıştı ki; tinercisi, evsizi, açı, içerden bağrışmaların geldiği haneleri, ağlayarak sokağa fırlayanları, hızla geçip giden arabaları, neşeli turistleri, bozuk yabancı dil aksanlarıyla müşterileri davet eden işletme çalışanlarını, daha nicelerini… Şaşırtmıştı bu durum Veysi’yi. Onun için bu şehirde okulu, arkadaşları, davası ve bilinçlenme çabası dışında hiçbir şey yoktu ama yanılmıştı işte! Bu koca makinenin geceleri neler yapmamıştı ki! O an, Necip Fazıl’ın kaldırımlar şiirini mırıldanmaya başladı birden:
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.”
Gece bir grup tinerci çocuk başına üşüşmüş yemek için aldığı yiyeceği, çerezi onlarla beraber yemişti. Çocukların bazıları arsızlık edip para isteyince yok demiş ve grubun lideri gibi davranan yaşça da diğerlerinden büyük bir sokak çocuğu:
“Ayıptır lan! Ağabey nesi varsa bizimle paylaştı işte!”
Veysi ise o an için grupta bulunan 13, 14 yaşlarındaki kız çocuğunu düşünüyordu. Nasıl olmuştu da bir erkek sokak çocuğu grubuna dâhil olmuş ve onlarla yaşamaya devam edebilmişti. Ama anlamak için bağlantılı kalmayı göze alamadı. Ne yapabilirdi ki bu çocuklara ya da kız çocuğuna? Sonra çocuklardan izin isteyip gece yürüyüşüne devam etmişti. Bir binanın ikinci katında ışığı yanan bir pencerenin önünden geçerken içerden bir kadın feryat ediyordu:
“Zehir ettin hayatımı, Allah senin belanı versin!”
Muhtemelen ebeveynler odasında başlayan ve belki de uzun sürecek içine şiddetin karışacağı bir aile kavgasıydı duyduğu. Derin bir iç geçirdi ve “Haneler huzursuz” diye geçirdi aklından. Evet, sokakları acı hikâyeler, vurdumduymazlıklar, çelişkiler ve haneleri huzursuzluklarla doluydu bu koca şehrin. Oysa hayran kalmıştı ilk geldiği günlerde. Yunanlılardan, İranlılardan, Romalılardan ve Osmanlılardan yoğun esintiler hissetmişti. Büyük mimari yapı işçilerinin bağrışmaları ve savaşçı atlarının nal seslerini kulaklarında uğuldamıştı. Yüz binlerce hatta milyonlarca insan koşuşturuyordu ama o bunları hiç düşünmemişti. Sabahına yaklaşmakta olduğu bu gece onun hayata bakışını değiştiriyordu. Hanelerinde huzursuzluk olan, çocuklarını soğuk gecelerde sokaklarda bırakan, acılara duyarsız, çelişkileri normal karşılayan insanların doldurduğu bir şehirde yaşıyordu. Tarihine yaslanarak romantik düşünceler geliştirdiği şehir değildi artık gördüğü! Belki bu şehir hiçbir zaman düşüncelerindeki şehir değildi. Ama şundan emindi: bu şehir hiçbir zaman bu gecesine şahitlik ettiği şehir olmamıştı. Kendinin güvenli limanından çıkıp azgın dalgalarla boğuşmak zorunda kalan bir gemi kaptanı gibi hissediyordu. Hem romantik tarih tasavvuru hem de romantik davası ve bunlara ait bütün kavramları kaybolmuştu.
Gündüzünü anlamak için aheste aheste evine doğru yürüyor ve açık bir bilinçle şehrin canlanmasını izliyordu. Bambaşka bir görüntü oluşuyordu. Geceden kalma fotoğraf silikleşiyor, insanlar çıktıkları dört duvar arasından başka bir dört duvar arasına girmek için birbirlerini ezercesine koşuşturuyorlardı. Gecenin sırrı dışa vuran dinginliği kaybolmuştu. Veysi ürkmüştü! Kavramlarını, hedeflerini yitirmiş ve koca keşmekeşte yapayalnız kalmıştı. Şehrin gündüzü gecesinden daha korkunç gelmeye başladı. Karmakarışık duygularla zihninde dizeler uçuşmaya başladı:
Çırılçıplak yürüyorum sokak ortasında
Eğri böğrü binalar, kıvrılan yollar
İnsanlar var
Her şey olabilir kaygısıyla
Yürüyorum çırılçıplak sokak ortasında
“Her şey olabilir” dedi sesli bir şekilde. Sesi kendisine çok ürkütücü gelmişti. Kendisini koruyacak bütün kavramlarını ve analizlerini gecede bırakmıştı. Gece şahitlik ettikleri neydi? İnsanlar neden koşuşturuyorlardı? Neden kimse kimseyi, kimse acıyı, kimse çelişkiyi, kimse kendini görmüyordu? Çalışıyordu insanlar… Normalde çalışan insanların temel ihtiyaçlarını gidermeleri, dingin olmaları gerekiyordu ama öyle değildi. Milyonlarca insan çalışıyor ama çok az insan kendini görebiliyordu başka kimseyi görmeden. Yanı başındakini, eşini, evladını, arkadaşını görmeyen hatta görmeye vakit ayıramayan milyonlarca insanla dolu bu şehir. Kime gidiyordu emekleri bu insanların? Veysi kafasında uçuşan bu sorularla eve girdi. Arkadaşları hala uyuyorlardı. Ders çalıştığı masasının başına geçti. Defterini açtı ve ah zavallı Byzantion! Koca Konstantinopol! Der-i Saadet! Yar-ı Güzin İstanbul! Ne olmuş sana böyle? notunu düştü. Kendi kendine bu sorularla uğraşma sözü vererek yatağının karanlığına gömüldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder